Bugün de yaşıyorum. Saat şu an beş civarlarında. Ben gibi düşünmeyi ve yazmayı takıntı haline getirmeyen insanların uyuduğu saatler. Gece bitti bitecek… Deliksiz bir uyku çekmeyeli uzun zaman oldu. Göz altlarım bana ihanet ediyor. Aslında günümüz şartlarında oraları dışarıdan görünmesini istediğim şekle getirebilirim. Biraz makyaj, süsleme sanatı, bir ayna… Olabildiğince güzel olmak için kendimi yormama gerek yok...
Sorunum ne ben de bilmiyorum. Hiçbir şey yapmak istemiyorum. Uykusuzluktan ölsem de uyuyamıyorum. Günlerdir eski resimleri arıyorum. Geçen gün dolabımın üst rafında uzun zamandır görmediğim resimler buldum. Sanırım babamın çocukluğuna aittiler. Birkaç ayçiçeği ve çıplak ayaklı, üstü başı kirlenmiş bir çocuk. Fotoğraf makinesine bakıyor, gözlerini kısmış bir şekilde. Güneş gözlerini alıyor olmalı. Sonraki fotoğrafta ise halam ve babam vardı. Birbirlerine sarılmışlar. Hareket ederlerken çekildiği için bulanık bir fotoğraftı. Aynı fotoğraftan beş ya da altı defa çıkartılmıştı. Fotoğrafların analog çekilip bastırıldığı zamana ait fotoğraflara bakmayı seviyorum. Belki bana çocukluğumu hatırlattıkları için...
Büyükşehirde yaşıyorum. Adındaki harf kalabalığı içindeki insan kalabalığı ile yarışan cinsten. Bunu öğrenmem uzun zaman almadı. Büyük bir hevesle geldiğim ve hayallerimi caddelerinde gezdirdiğim o süslü şehir kısa bir sürede şekil değiştirdi. Hayallerimi süsleyen o şey kabuslarım oldu. Küçüklüğümden beri mutluluğu uzaklarda arayanlardanım. Şehirde doğdum, şehirde büyüdüm. Bazen tatillerde köye giderdik. Ben orayı çok severdim. Hayal meyal hatırlayabiliyorum orayı. Şimdi gitsem aynı yere hiçbir yeri tanıyamam. Sebep? Her yer aynıdır büyük ihtimalle. Belki de hâlâ suları kesiliyordur yazın. Orada dolaşmayı severdim. Arabamız vardı, o döneme göre gayet iyiydi maddi durumumuz. Babam tek çocuktu. Geçmişte kayıpları olmuştu ailemizin, babaannem babamı da kaybetmekten korkardı hep. Dedemle babaannemin yanında büyüdük biz. Kocaman bir aile idik. Köye gidince akrabalar bizi hiç yalnız bırakmazdı. Orada komşu diye bir şey yoktu, herkes birbirinin akrabası idi. Birkaç defa kışın yemek için mantı sıkmıştık. Kimseyi yardıma çağırmamıştık, sırf yoldan geçerken uğrayan kadınlarla beraber 20 kişiydik. O gün mantı bir buçuk saat içinde bitmişti. Dedemde kalp hastalığı çıktığında da yine köydeki akrabalarla ev dolup taşmıştı. Şu an orada kim yaşıyor? Hiçbir fikrim yok ama ben köye giderken dakikaları sayar, dönerken de başımı cama yaslayıp ağlardım.
Neden mi orada değilim? Ben de bilmiyorum. Büyükşehir, büyük hayaller demiştim. O zamanlar annemler birkaç defa evime gelmişti. Hep istemişlerdi yanımda yaşamayı. Annemle babam pek anlaşamazlar. Önce babamda bir sürü hastalık çıktı. En net hatırladığım şey kanser tanısıydı. Babamı hayatta tutmaya hepimiz çalıştık. O erkenden gitti. Peşine de annem. Ben de bir daha dönmedim. Sırayla hepsi gitti. Tüm köy, beni bıraktı. Çocukken köyü çok severdim. Eğitimim, hayatım için uzaklara gittim. Kimsen yok, dediler. Biliyorum, dedim. Nerede kalacaksın, dediler. Bilmiyorum, dedim. Her şeye rağmen inatla geldim buraya. Küçükken evdekilerle kavga edince bağlara yakın bahçeye giderdim. Salıncak kurmuştu dedem. Sinirden ağlar “Gideceğim, herkesi geride bırakacağım, yalnız yaşayacağım...” derdim. Ben sözümü tutamadım. Yalnız kaldım, gittim ama kimseyi bırakamadım. Herkes birer birer beni bıraktı. Hepsi benden birer parça alıp gitti. Geride soğuk bir beden kaldı. Şu an üzerime ne kadar battaniye örtseniz de ısınamıyorum. Ben köydeki sarımsaklı mantıdan yiyip sobaya parmaklarımı uzatmak istiyorum.
İlk yıllar hevesliydim. Çalışmak, kendi hayatımı kurmak istiyordum. Kendimi toparlayınca çalışma şartlarını beğenmeyip çıktım. Daha iyi bir yerde çalışıyorum. Eskisi kadar hevesli mi? Hayır. Sadece görevlerini yerine getiren bir çalışanım. Fazlası yok. Fazlası bende de yok. Bir insanın ölmek istemesi çok normal gelir kulağa. Herkes “Ölmek istiyorum.” der . Ben de dedim. Bana kızan, beni engellemeye çalışan kimse olmadı. Gerçekten yalnız kaldım. Telefon edecek kimsem yok. Yanımda olan kimse yok. Eskiden “Her gün misafir geliyor, bıktım...” isyanlarım vardı. Evde zaten yedi kişiydik. Kalabalık aile bana normal gelirdi. Benim kalabalık sınırım en az otuz kişiydi. Annemin “Akşam yemeğinde ne yapsam?” derdi vardı. Bana da hep tatlıyı yaptırırdı. Eğer tatlı yoksa pilav yapmak her zaman benim görevimdi. Akşam çay içerdik. Sırf evdeki kalabalık nüfus için on litrelik çaydanlık almıştık. Şimdi evimde çaydanlığım var. İki tane: Biri benim için küçük, diğeri de misafir gelirse diye normal bir çaydanlık.
Resimlere bakıyorum. Kimin olduğu fark etmez. O resimlerde bir sıcaklık var. Benim gibi soğuk değil o resimler. Samimiyet var, merak var, mutluluk var. Bu şehirde kimse yok. Hiçbiri yaşamıyor. Hayatları rutine binmiş bir şekilde, hiçbir duygu karışmıyor. Kimse kimseyle mecbur kalmadığı zaman konuşmuyor bile. Başta hepsine özensem de şu an canım yanıyor. Ben burada yaşamaya mâhkum ettim kendimi. Samimiyeti sevmediğimi zannederdim. Ben samimiyeti seviyormuşum. Burada herkes sinirli. Bir ev ve araba için çabalıyor insanlar. “Bugün nasılsın, ev ahalisinden ne haber?” gibi basit sorular burada sorulmaz. Burada konuşulan tek konu ”kâr” , soruları ise “Ne kadara geldi, Kaça gidiyor?” Ama kimsenin dilinden düşürmediği bir de “Benim kârım ne?” sorusu var. Bunları gördükçe eskiden hiçbir amaç güdülmeden sırf “darılıp gücenmece olmasın” diye bizim diğerleri için, diğerlerinin de bizim için bir çırpınışı gözlerimin önüne geliyor. Bir eksiğimiz olmadığını bile bile sırf emin olmak için “Bir isteğin, ihtiyacın var mı?” diye soranlar... Burada öyle sorular yok. Burada merhem olacak soru yok.
Yalnızsın. Koskoca şehir, milyon milyon insan var. Upuzun binalar, hızlı ve lüks arabalar. Yalnızsın… Burada duygulara yer yok. Duygularını kullanmak istersen de duyguların yok. Zaman öyle bir geçiyor ki şehirde -belki de o fabrikadan çıkan kara dumanları solumaktandır- duygularınız hasta oluyor. Öyle bir hastalık ki sizi duygularınızdan arındırıyor. Nefes alamadığınızı hissediyorsunuz. Biraz mutlu olmak için maddelere başvuruyorsunuz. Birkaç dakika uçuyorsunuz ama şehirde olduğunuzu unutmamalısınız. Mutlu olamazsınız çünkü buraya gelmek için duygularınızı bedel olarak verdiniz şehre.
Renklerin renksiz olduğunu, her şeyin hiçbir şey olduğunu öğrendim. Mutfağımda her şey var, canım ne istiyorsa onu yiyorum, isterse tabi. Oysa o çok istediğim köyde hiçbir şey yoktu. Köyde yapılan ekmek ve tereyağı. Acıkınca dünyanın en güzel ikilisiydi. Mutfağımda her şey var ama hiçbir şey yok.
. Benim isyanım kendi içimde. Zaten kimsenin duyduğu yok, duyan olsa da anlayacağını sanmıyorum. Bazen bu soğuk binalar ve sesli olmasına rağmen benim için gece sessizleşen bu şehir duyar çığlıklarımı. Sessizce ağlarım ben. Belki bir gün dairemin kapısı açılacak ve içeri küçüklüğüm girecek. Elimden tutacak , beni rüyalarıma götürecek. Zamanı durdurmaya gücü yetecek. Herkes yine bir arada olacak, sobanın üstündeki portakal kabuğundan yayılan kokunun doldurduğu o sıcacık odada…
Ben eski fotoğraflara bakmayı seviyorum…
Hasan Yıldız 40 hafta
Çok güzeldi desem umarım kırıcı olmaz. Yazıyı okumaktan zevk aldım gerçekten. Anne ve babana rahmet diliyorum. Allah sana da sabır ve güç versin gerçekten.